28 Kasım 2015 Cumartesi

Ütopya- Leonardo Patrignani

Bu sene okuduğum ve iyiki almışım dediğim en iyi serilerden birisi ve üzülerek söylüyorum ki son kitabı:/ Ben bilimkurgunun bu tarzını çok seviyorum. Telepati serisi bence çok güzel ve farklı bir seriydi. Konu olarak okuduğum hiçbir kitabı çağrıştırmadı bana. Çok özgündü gerçekten o konuda. Çoğu kitap birbirlerini çağrıştırıyor ve zamanla olaylar klişeleşiyor malesef. Bu konuda özgünlüğünden dolayı yazara ayrı bir teşekkürlerimi iletiyorum.



Seri kısaca üç arkadaş olan Jenny, Alex ve Marco arasında geçiyor. Jenny ve Alex, paralel evrenlerde yaşayan iki kişi. Marco ise zeki arkadaşları. Gercekten de cok zeki. Çoğu zaman olacakları sezebiliyor. Paralel olayları herkesten önce akıl edebiliyor.

Üçüncü kitap tamamen çoklu evrenlerdeki karakterlerimizin olaylarıyla başlıyor. Bu farklı evrenleri okurken birinden diğerine geçmek biraz kafa karıştırdı ama kitabın da en zevkli yanlarından biriydi.
Zamanla çoklu evrende yolculuk yapabilen başkaları da olduğu ortaya çıkıyor. Bu durum olayların sarpa sarmasına neden oluyor.

Bir sürü insanın da olaylara girmesiyle işler daha güzel bir hale geliyor ve sonucta korktum cidden birisi ölecek diye  ama olmadı hehe.. 

Bı seriyi ben en basından beri hep sevdim. Finalini de sevdim. Herkese iyi günler dilerim:) 







25 Kasım 2015 Çarşamba

Devrimin Kızı- Amy Engel

Kurucunun Kızı adlı ilk kitabı okuduktan sonra tamamen şok olmuştum. Kitabın anlatımı cok hosuma gitmişti ve sonu ciddi anlamda ''hemen ikinci kitap cıksın'' moduna sokmuştu beni...



Ikinci kitap, Ivy'nin çitlerin dışına atıldığı ve orda yaşamak için mücadele verişini anlatarak başladı. İlk 40 sayfa falan beni pek şaşırtmadı.. Ta ki Caleb ve Ash kitaba dahil olana kadar... Calep ve Ash'in kitaba girmeden önceki anlatı beni 5. Dalga kitabına götürdü. O kitabın cok fazla hayranı olduğu halde malesef ben o seriyi sevmiyorum. Yani tek başına dev kadro  gibi kitapları sevemiyorum. Bana olay lazım.. Calep ve Ash girince kitaba biraz rahatladım acıkcası..


İşte o muhteşem kişi 94. Sayfada sonunda girdi... Sonunda yaaa sonundaaaa!!! Bishop cancağızım hoşgeldin yavrummm.. Adını bile okumak süperdi yahu:)

Arkadaşlar kitap bence ilk kitaba göre çok yavandı. Ben yer yer sıkıldım itiraf ediyorum. Olay yoktu. Son 100 sayfada biraz daha hareketlendi kitap ama ben ilk kitaptan sonra cok büyük bir umutla başlamıştım. Biraz hayal kırıklığı yaşamadım değil. Bishop ve Ivy arasındaki olaylar cok güzeldi. Fakat ben kitabın tümüne bakarak söyleyebilirim ki bence daha güzel olabilirdi. Ivy dışarıda tamam. Dısarda yasananları anlatıyo tamam. Mantıken başkalarıyla da karsılaşıyo hayatta kalmak için tamam. Yemek bulmak giyinmek temizlenmek tamam. Bishop askına kavusmak için Iby arıyor tamam.. Tamam yani bunları hepimiz düşünebiliriz zaten. Bunları çokça da okuduk.. Neyse..


Kitabın sonundaki ölümler bence cok cok gereksizdi. Yersizdi. Olayları resmen bir ailenin kan davasına dönüştürdüler. Kitanım sonsöz bölümünü sevdim. En azından Bishop ve Ivy mutlu oldular. Malesef kitabın geneli beni hayal kırıklığına uğrattı. Puanım 2/5

Kitabın adı: Devrimin Kızı
Orjinal adı: The Revolution Of Ivy
Yayınevi: Yabancı Yayınları







23 Kasım 2015 Pazartesi

Ejderha Dövmeli Kız- Stieg Larsson

Bu kitaba nasıl bir giriş cümlesi yazacağım bilemiyorum. Kafam karman çorman ve ben ciddi anlamda sözcükleri toparlayıp cümleler kuramıyorum. Kaç kere yazıp sildim bu yorumu bilmiyorum...
Evet kitap aslında Stieg Larsson tarafından üç kitap olarak yazılmıs fakat yazarın ölümünden sonra David Lagercrantz tarafından dördüncü kitap yazıldı.. Tabi ben daha birincisini okuyorum..:/ olsun gec olsun güc olmasın demişler..





Kitap önce yaşlı bir adama her yıl düzenli olarak gönderilen ve kimin gönderdiği belli olmayan, hiçbir delil bile bulunamayan ve buna ek olarak da çok çok nadir olan çiçeklerin gönderilmesiyle başlıyor..

Sonrasında Mikael Blomkvist adındaki Millennium dergisinin ortağı olan kahramanımızın başına gelen suçlamalarla aldığı cezayla devam ediyor kitap...

Sonrasında da esas kızımız olan Lisbeth Salander karşımıza çıkıyor. Lisbeth bildiğiniz şu değişik, sıradışı tiplerden. Kısa saçlı, zayıf yapılı.. Burnunda ve kulaklarında piercing( böyle mi yazılıyor? ) olan sıradışı giyinen birisi. Görüntüsünğn aksine aşırı derecede zeki ve bilgi toplama ustası birisi.. Armansky adındaki bir adamın şirketinde çalışıyor ve ondan  aldığı işleri yapıyor. Kısacası zeka küpü. Bir sürü ipucu ve olaylarla ilgili delil topluyor ama kimse nasıl toplandığını bilmiyor. Meslek sırrı diyelim biz ona kısacası... :)



Mikael'in suçlamalarını da güzel bir fırsata dönüştürmek isteyen Henrik Vanger, 40 yıl önce 16 yasındayken kaybolan yeğenine neler olduğunu bulması için Mikael ile bir yıllığına anlaşıyor.. 
Adamcağız resmen yeğenine neler olduğunu öğrenmek için çıldırıyor! 
Mikael, bir yıl boyunca adam için çalışacak ve yüklü bir maaşın yanında bir de tüm kariyerini engelleyen adamın pisliğini acığa cıkaracak bir bilgi alacak. Bundan daha iyi ne olabilir ki?

Kitapta ben açıkcası Lisbeth tam düşündüğüm gibi, başlarda pasif gibi görünse de şahane bir kişiye dönüşüyor. Ailesinden dolayı mutsuz bir cocukluk geçirmiş ve bir sürü koruyucu aile değişmiş. 

Sonunda bu cinayetle beraber Mikael ve Lisbeth sonunda bir araya geliyorlar ve cinayeti çözmek için kolları sıvıyorlar..
Bir aile sırrı hiç bu kadar tehlikeli olmamıştı...





21 Kasım 2015 Cumartesi

50 Muhteşem Kısa Hikaye- Karışık Yazarlar

50 tane kısa hikayeden derlenen bir kitap. Öncelikle kitabın iç sayfasını açıp içindekiler kısmına bakmanız bile kalitesini görmeniz için yeterli..



İçeriğin resimlerini paylaştım. Yazarlarin kaliteleri zaten göz dolduruyor. Hikayeler de bir o kadar ilgi çekici. Kitabı bir gün gibi kısa bir sürede okudum. Zaten evde olduğum için öğlen başlayıp akşam bitirdim. 

Bazı hikayelerin dili biraz daha ağırdı. Bazı hikayeleri sevmedim. Ama 50 hikaye arasından da o kadar çıkması gayet normal.. Bence bu kitabı edinin. Elinizin altında 100 temel eser niteliğinde bu kitap  mutlaka olmalı. Hem yazarları tanıyorsunuz hem de düşünceleri ve görüşleri hakkında bilgi sahibi oluyorsunuz.

En sevdiğim hikaye ise, 313. Sayfadaki ''Cadıların Ekmek Somunları'' oldu.. 
Okurken en çok merak ettiğim nedende bu hikaye oldu.
Martha, pasta fırını olan bir kadın. Bir adam her gün gelip ondan sürekli iki tane bayat ekmek alıyor ve bu durum Martha'nın dikkatini çekiyor. Adamın elindeki boyalara bakarak onun resmen olduğunu düşünüyor ve bunu kanıtlamak için ufak bir tablo cıkartıp fırına asıyor ve adamın fakir bir ressam olduğuna karar veriyor. İyice ona acımaya başlayan Martha bir gün ekmeklerin arasına gizlice tereyağı sürüyor ki ressamın karnına biraz daha güzel şeyler gitsin. Fakat ressamımız hışımla geri dönüyor ve kadına saydırıyor. Sonradan işin özü anlaşılıyor ki meğer adam bir mimar ve projesi gereği silgi olarak somun bayat ekmekleri kullanıyor. Tereyağlı ekmekle silince de projesi kullanılmaz hale geliyor...

Bu hikaye beni çok etkiledi gercekten. Bazen iyilik yaptığımızı düşünürüz ama aslında kötülüğün en büyüğünü yapmışızdır karsımızdaki insana.. Sizce de öyle değil mi ama?

Kitabın adı: 50 muhteşem kısa hikaye
Yayınevi: Tefrika yayınları

19 Kasım 2015 Perşembe

18 Saat- Ertürk Akşun

Kitabın ilk sayfaları, okuyacağımız karakterleri tanıtıyor. Bence böyle bir giriş şahane olmuş. Ben coğu kitapta kim kimdi diye sürekli kafa karısıklığı yaşıyorum malesef. Ki cok unutkan birisi olduğum için de isimler falan aklımdan ucup gidiyor. Bu nedenle yorumumu da kitabı okurken canlı canlı gireceğim. Okuyacaklarınızı, kitabı ilerleyerek hissettiklerimle yazıyorum.. Evet...

Nadir ve Özge... Mutlu evlilikleri olan bir çift. İki çocuklarıyla beraber mutlu bir tablo çiziyorlar.

Tolga ve Sema... Mutlu değiller aslında. Tolga kendine güvenmeyen  ve bir işe yaramadığını düşünen birisi. Tolga'ya yer yer kızdım. Sema'ya davranışları ve sözleri bence çok üzücü. Az biraz kendine gel be adam! 

Berrak, evliliklerinde hiç mutlu olamamış birisi. Üç evlilik yapmıs ve aradığı ilgiyi görememiş.

Melisa, idealist bir mimar. Yeni mezun olmuş. Tolga ve Nadir'le tanışması onun mesleğindeki şansı. Eşini kaybetmiş. Geçmişine bir sünger cekme amacında.

Ganimet, eşinden şiddet gören bir kadın. Kaynanası da tabi olaylara tuz biber ekiyor.

Burada araya girmek istiyorum. Kitap 65 70 sayfalık bir sürede karakter tahlili yapıyor. Başta da dediğim gibi bu ciddi anlamda çok güzel olmuş. Çok karakterli bir kitap karsınızdaki. Sanırım birilerini unuttum karakterlerden ama anlamadım neyse:)

Kitaptaki herkes, hemen hemen herkes mimar ve onların eşleri yada eski eşleri etrafında geçiyor. Gezi Parkı olaylarına fazlaca değinilmişti. Ben genelde kitaplarda siyasi olayları okumayı sevmiyorum. Neden bilmiyorum ama dağ sok farketmez bence romanlarda değinilmemeli. Fakat yazarımız olayı abartmamıştı yerli yerinde değinmişti olaylara. 
Kitapta en sinir olduğum kişi Tolga oldu. Yani bence fazla uçarı birisi ve okuduğunuzda da anlayacaksınız ki biraz fantazilerine düşkün:) 
En cok Nadir ve Özge'yi sevdim. Ne olursa olsun birbirlerine olan aşkları çok güzeldi. Evliliklerinde yasadıkları ilişkiler bence yerli yerindeydi ve okurken mutlu oldum.
Olaylar bir anda sarpa sarıyor ve koktelyde herkes kendini bir olayın içinde buluyor. Ölüm kalım mücadelesi veriyorlar ve hayatları değişiyor. Kitabın son satırlarında da hepsinin bu olaydan sonra nerelerde olduğunu okuyorsunuz ve bu da insanın kafasında soru işareti bırakmadan romanı güzel bir sonla bitiriyor...



18 Kasım 2015 Çarşamba

Zaman İpliği- Nathan Filer

Zaman İpliği.. Söze nasıl gireyim nasıl yorum yazayım bilmiyorum. Etkilendim ben bu kitaptan.. Aslında beyin yoran bir anlatımı yok. Cok akıcı. Aralara konulan çizimler ve boşluklarla kitap hızla okunuyor. Beni etkilemesindeki en önemli neden de yazarın anlatımıydı. O kadar içten anlatmış ki.. Kendi kendime üzüldüm ve düşüncelere daldım.
Matthew.. Kitap onun ağzından anlatılıyor. Zaten günlük yazıyor. Yaşadığı olayları okuyoruz. Sorun zaten yaşadığı olaylar ve o olaylar etrafında yaşadığı duygular..
Herşey abisi Simon'ın ölümüyle başlıyor aslında.. Matthew bu durumdan cok etkileniyor ve kendini suçluyor. Sonuçlarında da yavaş yavaş bir şizofrenı hastasına dönüşüyor. Bir hastanın ağzından yaşadıklarını ve hissettiklerini okumak çok farklıydı. Ben yer yer gerildim acıkcası. Okuduğum olayların korkunc yada kötü olmasından değildi. Kendimi onun yerine koyduğum için gerildim. Ne kadar zorlandığını düşünerek gerildim. Ben onun yerinde olsam acaba nasıl davranırdım düşüncesiyle gerildim. 
Ailesi, bence hepsi tek tek harika insanlar. Onları da anlamak beni çok üzdü. Matthew'a yaklaşımlar cok icten ve samimiydi cidden. Bu kitap bana çok sey anlattı. Sağlıktan önemli hiçbir şeyin olmadıpını anlattı. 
Matthew bir şiforeni hastası ve kitap onun ağzından anlatılıyor dediğim gibi.. Onun sanrıları, görüşleri, duyguları.. O kadar içten yazılmış ki.. Ahh bilemiyorum daha ne yazabilirim. Hastalık psikolojisiyle nasıl dengesizleltiği yada ne tür hareketlerde bulunduğu öyle güzel işlenmiş ki! Ben şizofren olsam nasıl davranırdım demden kendimi alamadım. 
Kitabı gerçekten tavsiye ediyorum. Okuyun. Birşey kaybetmezsiniz. Hatta kazanırsınız.. İyi günler dilerim herkese:)

9 Kasım 2015 Pazartesi

Rosie Black Günlükleri- Lara Morgan

Öncelikle herkese merhaba arkadaşlar:) hepinizi kucaklıyorum. Yeni kitabımla ilgili yorum gireceğim.
Rosie Black Günlükleri Yaratılış... Kitap çok hızlı ilerleyen çok akıcı bir kitap. Bana beklediğim etkiyi verdi evet ama yer yer başka kitapları da anımsattı bana. 

Newperth şehri üç sınıfa ayrılmış bir yer. Varlıklılar, yoksullar ve vahşiler..

Rosie yoksul sınıfında olan birisi. Annesinin ani ölümünden dolayı babası bir türlü toparlanamış ve onun yasını tutuyor. Rosie için sık sık endişelenen bir baba ve kendini toparlamaya çalışıyor.

Kitap bana yer yer efsane serisini hatırlattı. Konunun alakası birbirleriyle uzaktan yakından ilgili değil ama istemsizce Efsane aklıma geldi.

Rosie, bulduğu bir kutu buluyor ve macerası başlıyor..
Mars'ta hayat var. Koloniler var. Marsa gidip gelen mekikler var. 500 yıl sonraki geleceğimiz böyle mi olacak orası bilinmez. 
Buram buram bilimkurgu kokan bir kitap.
Kutuyu aktif hale getirdiği için Rosie'nin peşine düşüyorlar ve arkadaşı ve onun ailesini öldürüp, Rosie'nin babasını kaçırıyorlar. Babasını bulmak için de, Rosie ve halası Mars' a gitmek için yola cıkıyorlar ve bu bölümü okurken biraz saçma geldi bana. Yani kutunun peşinde insanlar var tamam. Tehlikeliler tamam. Pip ve Patron'uda Rosie'ye yardım etmeye çalışıyor tamam. Ama ergence konuşmalar falan bana bu yolculuk kısmında biraz sıkıcı geldi. Birkaç sayfa kadarcık. Çok değil:)
Evet arkadaşlar, kitap ilerledikçe bazı bölümler labirent serisine de benzemeye başladı. Bir hastalık var kitapta. Yayılıyor ve insanları öldürüyor. Zaten kutu da bununla alakalı. Hastalığın tedavisi de bizim sevgili vahşimiz Pip. Bu size de Thomas'ı hatırlatmadı mı?
Kitapta Patron yani Riley, aslında kutunun sahibi olan ailenin çocuğu çıkıyor. Adını değiştirmiş falan. Burası cidden cok klişeydi. Kitabın 250-280 sayfaları arası beni biraz sıktı. Yani okurken neden bilmiyorum böyle bi etkilenmedim. Vavvv falan olamadım. Bir anda olayların gelişmesi falan. Yani sonuçta bu bir başlangıç kitabı biraz daha yavaş ilerleyebilirmiş. Fazla akıcı olmuş bence.
Sonrasında gelişen olayla bana evrenin ötesi serisinin son kitabını anımsattı. Olayların hızlı gelişmesi ve herşeyin acıklığa kavuşup anlaşılması falan biraz hızlı olmuştu bence.

Eeee şimdi soracaksınız ki kitap hakkında düşüncelerin neler? Kitabı sevdim. Kurgusu güzeldi. Ama yazar çok fazla bir sürü kitaptan esinlenmiş ve benim okuduklarımdan dikkatimi ceken onlardı. Belkide esinlebilen okumadığım kitaplar da vardır. Bunların haricinde kitabı sevdim. Zaten fazla akıcıydı. Olay örgüsünün hızlı gelişmesi bence bazı kopukluklara neden olmustu ama yine de güzeldi. 

Kitabın adı: Rosie Black Günlükleri-Yaratılış
Yazarın adı: Lara Morgan
Orjinal adı: Rosie Black Chronicles: Genesis





5 Kasım 2015 Perşembe

Mücella- Nazan Bekiroğlu

Okuduğum en etkileyici Türk yazarlardan biri oldu Nazan Bekiroğlu.. Kitabın çıktığını ilk gördüğüm anda eklemiştim kitapyurdu.com sepetime. Kitabı elime aldım ve bunu yapmakla ne kadar haklı olduğumu anladım.. Kitabın kapağı bile, bu kitabı almanız için geçerli bir yazı barındırıyor: ''senin hayatının benim kağıdıma düşen yazısı bu...'' 
Mücella... Bizi 1920-1970 li yılların Türkiye'sine taşıyor. Trabzon'un karış karış bildiğim mekanlarının adını okuyunca, inanınki o dönemin mimarisi, beton yığınları olmayan hali gözümün önünde canlanıyor. Babasız bir kız Mücella. Annesi döneminin hani şu komşu ne der, namusuna laf gelirse ne olur diye tedirgin olan ve Mücella'yı herşeyden sakınmaya çalışan birisi. Kız kısmı ortalıkta fazla görünmemeli.. (İffetine sahip çıkmalı.. En yakın zamanda iyi bir görücüyle evlendirilmeli.. ) Araya girerek belirtmek isterim ki o dönem bence en karanlık dönemimiz. Ezanların Türkçe okunduğu o dönem. Bence Türkiye'nin görüp geçirebileceği en berbat dönemler..

O zamanlar sanki daha güzelmiş. Daha doğalmış. Seyyar sinema makinesi falan. İnsanlar arası ilişkiler çok özelmiş o zamanlarda. Süpürgeci, sucu, bohcacı.. Ahh o bohcacıları ben bile hatırlıyorum. Mahallemize gelen şişman bir teyze vardı. Annem saatlerce kadına tüm bohçayı açtırır inceler ama hiçbir şey almazdı. Deli olurdum anneme. Madem almıyorsun kadını neden saatlerce oyalayıp yoruyorsun. Benim annem de böyle bir tipti:)

Mücella'nın annesinin koyduğu katı kurallar bence o dönemki kız çocuklarına çok gelmezdi ama bana çoook geldiler. Bir kızı ne kadar sıkarsan daraltırsan o kadar senden kaçar ve kötü yola sapar. Mücella'nın arasına konulan karayemiş ağacının sınırları, Mücella'yı Mücella yapan olayların başıydı sadece..

Savaş dönemleri, kıtlık.. Ekmeğin bile karneyle verildiği o vahim dönemler.. Şimdi çok şanslıyız bence. İnsanların herşeyin bolluğu içinde gözü dönüyor. O dönemlerde; herşey karaborsa.. Yağ, şeker, tuz, buğday..

Mücella hala falında çıkan kısmetini bekliyor ama zaman geçtikçe de yaşlanıyor. Bu durum zamanla içten içe onun canını sıkıyor.
Mücella ne kadar herşeyden uzak yetiştirildiyse arkadaşı Filiz tam tersi yetisti. Günümüz kadınları gibi, okulunu da okudu sosyal hayatı da oldu. İşi de.. Burada araya girmek istiyorum. Bazı satırları okurken biraz hoşnutsuz oldum. Mesela Mücella'nın annesi okuma yazma bilmeyen ve bizim tabirimizle daha eski kafa düşünen bir kadın ama Filiz'in annesi bir hemşire ve onu dönemin en modern şekliyle yetiştiriyor. Bu durumda biraz ailelelerin de eğitim eksikliğinden kaynaklı olarak, çocuklarını çok farklı şekillerde ve çok farklı düşüncelerle yetiştirdikleri anlaşılıyor. Ben bu konuya bira katılsam da biraz da olsa katılmıyorum. İnsan ne kadar eğitimsiz olsa da, bir yerden sonra eğitimin önemini anlamak zorunda bence. Fakat o dönemlerde haliyle Mücella'nın annesi namus kavramını herşeyden önde tuttuğu için, kızını fazla sıkıyor haliyle. Kuzeni olan Filiz gibi olmasından korkuyor annesi. Herkesin diline düşen bir kız..

Ahh.. Kitap ilerledikçe duygularım o kadar kuvvetleniyor ki yazacak kelimeler dilimden dökülmüyor. Tutulup kalıyorum. Mücella'nın yaşadığı bu olayların trajik bir sona doğru gittiğinden korkuyorum. Bu satırları yazarken hem kitabımı okuyor hem de o anki duygularımı yazıyorum. Suan bunları yazarken de hala okumaktayım. Sizin gibi bende merak içindeyim. Mücella'yı çok sevdim. Çok sıcak buldum. O dönemlerin hanımefendi kızlarından Mücella. Talihi yüzüne gülmemiş ama bir o kadar da hayatı görmüş Mücella.

Bu resim 11. Kattan Trabzon'u seyrediyor ve ben şuan yıllar öncesindeki bu sokakları düşünmeden edemiyorum. Bu yollardan geçmiş midir acaba Mücella? Ne dersiniz. Bu 12 katlık evin olduğu yerde kimbilir kimlerin evi yurdu vardı. Belki bir çay ocağı vardı burada. Erkeklerin takıldığı, kumar oynanan değil de işten döndükten sonra sohbet edilen, çay içilen... Ahhh o eski günler ahhh... Mücella... Şimdi 11. Kattan aşağı baksan o masum kişiliğinle kim bilir neler geçerdi aklından. Eminim ki ''yakındır kıyametin kopması vahhh vahh'' derdin.. Hele bu kalabalığı görsen. Evden baklala bile gidemezdin.. Şanslıydın belkide ama bir o kadar da şanssızdın. Kaderin senin için yazdıklarını kimse değiştiremezdi..

Annesinin fazla tutuculuğu ve Mücella'nın herşeye tereddütsüz uyması bence kaderini esas belirleyen nokta oldu. Artık zaman geçtikce annesi de bu durumu kabullenmeye başladı ve Mücella ellisine yanaştıkca beyazlayan saçları, bütünleşen kaşları icin birseyler yapalım diyenlere tamam dedi. Yahu kız gelmis ellilerine. Yani annesi sen hala neyin kafasındasın bi git yahu. Bu kadar da olmaz ki?! Bir anne bir evladına bu kadar hakim olmaya çalışmamalı. Al şimdi kızın turşusunu kur! Sinirlenmemek elde değil ya. Kızcağızın kaybedecek neyi kaldı ki artık. Anneside sonunda bu hakimiyetten vazgeçti. Ama iş işten geçtikten sonra neye yaradı bu Neyyire Hanım! Kızın kaderini kökten çizdin zaten sen. Şimdi kenara çekilip izle bakalım.
Ölüm annesini elinden alınca iyice yalnız kaldı Mücella. Zaman değişmişti. Herşey daha farklıydı. Günümüze daha yakındı. Almanya'dan gelen ağabeyini cenazeden birkaç gün sonra geldiğinde gördü Mücella. Bu büyük bir trafedi benim için. Cidden suan cok üzgünüm. Bir anne, kötü bir anne değil. Sadece kendi doğrularıyla büyüttü Mücella'yı. Belki yer yer hata yaptı ama Mücella'ya hiç kötü bir söz yada kötü bir hareket de etmedi. Mücella'nın kaderi ahhh..
Bu kitabın yazılış amacı... Bu kitabı anlatan Nazlı.. Bir gün Mücella Teyzesi ona diyor ki.. ''Çok okuyorsun Nazlıgül. Bir gün yazmaktan başka çaren olmayacak. O zaman beni yaz. Solan gülümü yaz.bu değersiz ömrümü. Masal olduk, anlatanımız yok kızım.''

İşte bitti. Mücella'nın anne karnından günümüze gelen yaşamı bitti. Mücella bu romanla ölümsüz oldu. Benim içime bir hüzün çöktü. Kalbim ağrıdı. 
Ahh Mücella ablam. Belki şimdi cennettesindir. En azından orada huzur bulursun.
Söyleyeceklerim bu kadar... OKUYUN!!!

Yazarın adı:Nazan Bekiroğlu
Kitabın adı: Mücella
Yayınevi: Timaş Yayınları



2 Kasım 2015 Pazartesi

Kırmızı Pazartesi- Gabriel Garcia Marquez

1982 Nobel Edebiyat Ödülü almış bir roman. 
Bu kitabı alırken önce yayınevi ilgimi çekti. Sonra da yazarı..
Suan duygularımı toparlayıp yorum yazabilmek için çabalıyorum. Okuduğum en farklı cinayet romanlarından biriydi...
Santiago Nasar öldürülecek. Üstelik bu cinayetin işleneceğini tüm kasaba biliyor. Okurken sinirimin tepeme çıktığı ve kitabı yere fırlatmak istediğim ilk kitap sanırım. Yani sinirim bozulduğu çok kitap vardı ama bu fırlatma dürtüsü ilk defa bu kitapta beni sardı. Off off.

Kitapta işlenen bu cinayet malesef ki bir namus cinayeti. Bekaretini kaybetmiş olan Angela Vicorio'nun bu durumu ortaya çıkınca, kızın ikiz kardeşleri Santiago' yu öldürmeyi planlıyorlar. 
Beni kızdıran durum, cinayet değil.. Cinayetin işlenişi ve bir ölü bedene yapılan zulümler.. Ya resmen bir kasaba düşünün. Adamın öldürüleceği herkesin dilinde ama kimsenin ağzını bıcak açmıyor. Kimse gidip Santiago'yu uyarmıyor. Olayın herkes farkında ve kimse sesini cıkarmıyor. Bazıları ölmesi gerektiğine içten içe hak veriyor. Çok rahatsız ediciydi okuduğum detaylar. Bir insan ölüyor ve artık ceset oluyor tamam. Ama o ceseti daha da beter hallere sokmak nedir bilemiyorum. 
Zaten ölüm şekli ve yaşadığı olaylar bile rahatsız ediciydi. Kimsenin olaya karışmaması ciddi anlamda üzdü beni. 
Cinayet işlendikten yıllar geçtiğinde bile insanlar Nasar'ın suçlu olmadığını düşünmeye başladılar. Ama iş iştem geçtikten sonra bu neyi değiştirir di ki?! Çok siniriliyim. Bu kitabı mutlaka okuyun derim ben. Okuduğum en farklı kitaplardan biriydi. Başlarda çok sıkıldım 10 sayfa falan. Ama sonrasında kişileri tanıyınca ve olaylara girince işin seyri değişti. İşte bir yazar böyle yazar oluyor ve böyle yıllarca okunuyor:) şimdilik bu kadar...:) 

Kitabın adı: Kırmızı Pazartesi
Yazarın adı: Gabriel Garcia Marquez
Orjinal adı: Cronica De Una Muerte Anunciada